ANILARINDAN BÖLÜMLER
Dört cilt / Toplam 1559 sayfadır.
(İKİNCİ DEFTER)
(Otuz bir Mart Hadisesi)
“ 31 Mart 1325 ve 13 Nisan 1909 tarihinde Istanbul’da bir hadise zuhûr etti. “Otuz Bir Mart Hadisesi” denilen bu vak’a, Derviş Vahdetî isminde bir herif (Şeriat isteriz.) deyerek meydana atıldı, buna Istanbul’da bulunan asker de iltihak etti, fesad böyüdü, kabina sukût etti. Zavallı şeriat, kaçıncı def’a alet-i fesad oluyor idi.”
…
(Kânûnu Esâsî)
“ 1909 mayısı idi.Hacı Kalantunzade Nuri, Hacı Halil Efendizade Ahmet Beyler ile Çerçi Hüseyin Kürtoğlu İsmail Ağa hep birlikte Çanakkale’de Akbaşata Hacı Aptullah Baba’nın ziyaretine gitmek için yola çıktık. Akçay’dan sandala binüp vapur üzerine giderken vapurun direğinde hususi bir sancak gören sandalcılar içeride bir paşa olduğundan bahsediyorlardı.
Kamarada galabalık yoktu. Türk olarak onunla benden başka kimse yok idi. Yemeği yedikten sonra geldi yanı başıma oturdu. Nereli olduğumu ve nereye gidiyor olduğumu sormak suretiyle söze başladı:” Eee, orada (yani Edremit’te) hükümetin tarz-ı idâresi, emniyet nasıldır?”
Ben: Hükümetin tarz-ı idaresi yeni tesis etmiş olduğu için fevkaladedir denilemezse de yeniliğine nazaran eyidir.
O: İnkılap ve meşrutiyet nasıl telakki edildi?
Ben:Tabii çıldırmışçasına bir sevinçle karşılandı fakat telakki mes’elesinde mahiyyet, umumiyet itibarı ile tamâmîle kavranmışdır diyemem.Tatbîkine yeni başlanan meşrutiyet herkesçe türlü türlü telakkîye oğrayorsa da tedriç ile bunlar mümkinül zâle şeylerdir. Şurasını da arz edeyim ki sahil ahâlisi dâhil ahalisine kıyas edilemez. Sahil ahâlisi denizler vasıtasîle ecnebilerle temmas ettiklerinden bir dereceye kadar Avrupa medeniyetine vâkıf, her halde dâhil ahalisinden fazla mâlumâta sahiptirler.
O: Maarifiniz nasıl, her yerde mektep var mıdır?
Ben: Maarifimiz eyidir, hemen her göyde mektep vardır diyebilirim. Köylerde münevver dimağa malik adamlar çokdur. Bu göyler senelerdir mektepciliğe sarılmışlardır. Hatta ben de köylüyüm, köyümün adı Kızılkeçili’dir ancak efendimiz usûlü cedit üzere muallim tedârikinde müşkülat çekiyoruz. Bu seferimde Çanakkale’de kendi köyüm için bir muallim arayeceğim.
O: Muallime ne kadar maaş verebilirsiniz?
Ben: Eyi bir muallim bulabilir isem ayda beşyüzlük Osmanlı altını vereceğiz.
…
Ben:Afvi alinize mağruren kanunlarımız hakkında düşündüklerimi arz etmek isterim.
O: Buyurunuz.
Ben:Fikrimce bir kanunun her maddesi hatta her fıkrasının bir hey’et-i içtimaîyyenin göreneklerine âdetlerine, ahlâkına, vatanın vaz’iyyetine uykun olmalı, ihtiyaç arttıkça tevsi edilmelidir, vatanın vazıyetine göre yapılmalıdır ki her fıkrası tatbik edilebilsin.
Mâlumu âliniz tatbik edilmeyen, edilemeyen kânunlar milletin beyninde yer bulamayüb süslü nazariyye halinde kitablarda kalıyor. Çünkü onu vatanda tatbik edebilmek imkanı yokdur.
Mesela Kânûnu Esâsî’de bir madde var. (Tahsili iptidâi mecburidir) deyor..Hangi mektepte hangi muallim okudacak ki bu cebrin tatbîki mümkün olsun. Ortada mekteb, muallim yok iken Kânûnî Esâsi’ye böyle bir madde kunması (Koyulması) zâit olur. Bu madde bir pürüje (proje) bir pruğram (program) olabilir. Harfiyyen mazmununa riâyet etmeğe yeminle ahd ü mîsâk ettiğimiz Kânûnu Esâsî’nin birçok maddeleri var ki tatbik edilemeyor, bundan başka süslü kânunlarla düsturlarımız unudulmuştur fakat acaba hangisinin tatbik edildiği var? Bizde ıslahat denildikçe hemen bir Avrupa kânunu tercüme edilüb tasdik ediliyor. Memleketimizin Avrupa kadar tekâmül etmemiş olmasından sarf-ı nazar kimi tatbik edilmiyor kimi de edilemiyor.Milleti tenvir edecek şey âmeli tatbik sahasına giren şeylerdir ki onun dimağında yerleşir, kökleşir, işte o vakit bu millet arasında hakiki bir kânun olur.”
…
(Kadın ve Erkekte Namus)
“1325-1909 temmuzunda amcam Hacı Mustafa Ağa bir Istanbul seyahati yapmaklığımız için bir teklifte bulundu. 18 temmuzda Akçay’dan vapura binüb hareket ettik. 20 temmuz sabahı İstanbul’a çıktık. Sirkeci’de Mariça oteline yerleştik. Vapurdan pek erken çıkmıştık, otele gelince o sabah Kabasakal Mehemmet Paşa ve şürekâsının Beyazıt Meydanı’nda asılma sûreti ile idam edildiklerini ve el’an asılı olduklarını duyduk. Arkadaşlarımızdan bir kısmı bakmağa gittiler, amcam da benim gibi böyle menhus şeylerden hoşlanmadığından ikimiz otelde kalmışdık.
Istanbul 23 Temmuz şenlikleri için pek hızlı hazırlıklarla meşgul idi. Beyazıt Meydanı’nda, dîvan yollarında, köprü üzerinde tâk-ı zaferler yapılıyor, hâsılı her tarafta fa’âliyet, pek hızlı çalışmak görülmekte idi.
Bizim hiçbir işimiz olmayüb mücerret gezmek için gelmiş olduğumuz için boyuna geziyor idik. Bir aralık yalınızca Gülhane Parkı’na gittim, âsâr-ı atîkadan olan yeraltı binasının üzerine çıktım, bu meydanın ortasında çalgı mahalli olmak için üstü kapalı zarif bir sofa yapılmış ve meydanın iki tarafına karşılıklı ağaçtan mamul birçok kanepeler konmuş idi. Ben geniş merkezde olan şosayı takiben yörüyüb sağda kısaca bir yokuşu çıkınca bu meydana girdim. Sol taraftaki kanepeler birtakım açık saçık kadınlarla dolmak üzere olduğu gibi sağ taraftaki kanepelerde de hemen o kadar erkekler karşılıklı oturmuşlardı.
Ben bu vaziyeti görünce azıcık düşündüm. Vaziyeti kadınları rahatsız edecek şekilde gördüm, vazifeşinaslık ederek kadınlara arkamı vererek oturdum. Cebimden tabakayı çıkarub bir cigara ateşledim artık karşılara bakmağa başladım. Gördüm ki karşıdaki erkeklerin kimi göz kırpıyor kimi bıyık buruyor kimi de sîne döğüyor. Bunlar tabii ki bana değil , yüzümü dönüp arkamdaki kadınlara baktım , onlar da aynı surette mukabele ediyorlar. Âni olarak fikrimde şu düşünceler resmî keçit yaptı. Şimdi bunlar bana “Şu enâyi taşralının oturduğu yere bak.Budalanın bir şeyden çaktığı yok.” derler.
Acaba ben hakikaten enâyi ve budala mıyım? Bu kadınlar benim kendi milletime mensub Müslüman kadınlardır. Bunların ifaf ve namusu kendi milletimin ifâfı ve namusu değil midir? Haydi bu kadınlar kendi milletimize mensub değil farz edelim Türk erkeklerinin mertliği, namusluluğu ifâfkarlığı tarihçe meşhur değil miyiz?
Oradan kalkub savuşmaya karar verdim, evvelce çıktığım yokuştan şimdi iniyordum. İnişin kenarında on dört, on beş yaşlarında iki kıza gene o çağlarda iki delikanlı sataşmış “ Ah elmasım, şekerim…” gibi sözlerle tecavuzda bulunuyor bu kızlar da birtakım kırıtmalarla “Ay, vay!” deye mukabelede bulunuyorlardı. Efkârımın ateşi körüklendi. Kendi milletim arasında yetişen bu kızlar yarın bir aile kadını olmağa namzettir, şimdiden böyle umum yerlerde sahte sevişmelerle yetişen bir kız nasıl aile kadını olabilir, kocasına ne derecelere kadar sadık kalabilir, yavrusuna nasıl şeref ve fazîlet dersi verebilir?
…
Parktan öyle bir hızlı çıktım ki hiç ardıma bakmadım. Arkadaşlarla Beyoğlu’na gezmeye gittik. Tepebaşı bağçası lukanta kazino gibi umum yerlerini geziyorduk. Burada gördüğüm gayr-i Türk ve tesettür gibi şeylerle mükellefiyeti olmayan ecnebi kadınların geydikleri dar ve ince elbiselerin içinde bütün vücutlarının intihaları görülen bu kadınlar, Tepebaşı’nda birahane, lukanta ve kazinolarda şampanya, bira vesaire gibi müskirat da kullandıkları halde bunlara karşı harf-i endazlık eden yok ya; göz, bıyık oynatana bile tesâdüf etmedim. Belki bunların içinde bozuk takımdan olanlar da vardı fakat bunlar cemiyet arasında ahlak borcuna hürmet ediyorlardı. Esasen gördüğüm Türk kadınlarında tesettüre delalet eden bir şey yoktu ya…Tesettürdeki maksat âdâb-ı umûmiyyeye korunmak için bir ahlak zabıtasıdır. Ahlak korunmadıkça tesettürden ne fayda beklenir?
Bu heyet-i ictimâiyyede millî birlik, millî şeref, millî fazîlet anlaşılub ahlâkı surette taâmum etmediği takdirde netîce böyle oluyor demektir. Ben bu kusuru kadınlarımızda değil erkeklerimizde görüyorum. Zîra kadınlar fıtraten nezihdir, bunların ahlakını bozan erkeklerin tasallutudur. Ahlak-ı umûmiyyede yerleşmiş bir hastalık var: Erkek ne yaparsa yapsın hoş görülüyor, namussuz olmeyor da kadının ufak bir hatası namusunu pâymâl ediyor (ayak altına alıyor). Gûya erkekte namus çelikten mâmul bir zırh da kadınınki pamuk ipliğine bağlı. Bunun ıslahına nereden başlamalı? Benim fikrimce erkeklerden… ”
…
(Meşrûtiyet Bayramı ve Pâyitaht)
Ertesi gün ilân-ı meşrutiyetin ikinci yılının başı 23 Temmuz “Meşrûtiyet Bayramı” var idi. Merasimin emsali görülmemiş surette parlak olacağı gazetelerde ilan edilmiş, programlar neşr edilmişti. Sabah kalktığımız zaman biz de gitmeye karar verdik, araba aramağa başladık, bulamadık. Akşamdan hep arabalar tutulmuş, koca Istanbul’da araba kalmamıştı.Me’yusane köprü başına doğru yürümeğe başladık. Hamidiye Türbesi ile Yeni Cami arasında bir Arap arabacıya rast geldik , o günün gurûbî saat sekize kadar emrimizde olmak şartîle sekiz mecidiyeye pazarlık edip bindik. Eminönü, köprü, Karaköy, Şişhâne yokuşu, Tepebaşı, Galatasaray, Taksim tarikîle Şişli yolunu tuttuk. Yollar o kadar kalabalıktı ki sür’atli gitmek kâbil değildi. Hatta müstekım yollarda göz erdiği yere kadar caddeler araba ve insan ile dolu idi. Caddenin bir kenarını eli bayraklı mektepliler tutmuşdu.
Yavaş yavaş yörüyerek Şişli’yi geçdik., geniş bir şusaya girmiştik, arkamızdan Harem-i Hümâyun yetişti.Bir asker arabacımıza yol açmasını ihtar etti, yol mümkün olduğu kadar açıldı, önlerinde Şehzâde Ziyâeddin Efendi olduğu halde açık arabalar içinde Harem-i Hümâyun geçti. Padişah geçtikten sonra mukaddema gerilmiş olan urkan kaldırıldı. Halk da peşine takıldı. Bizim arabacı başka bir istikamette arabayı sürmeye başladı.
-Yahu arabacı, nereye gidiyorsun bak herkes ne tarafa gidiyor, dedik.
– O gittikleri yerde bir şey yok, padişah âbidenin temeline bir taş koyup dua etmekten ibaret. Ben sizi bir yere götüreyim ki bütün merasimi en yakından seyr idiniz, dedi. Padişah ve şehzâdegan çadırları arasında her türlü merâsimi yakından görmeye müsâit bir yere yerleştik ki kimse önümüze geçüb görüşümüzü kesemezdi. Burada padişah ve şehzâdegandan başka harem-i hümâyun, vükelâ, süferâ, müd’avin içinde çadırlar kurulmuştu. Padişah M. Reşad için kurulan çadır, pek müdepdep bir çadır idi. Kırkbin lira kıymatında Sultan Mahmud’a ait târihî bir çadır imiş.
Gerimizde olan şusanın boyunca asker dizilmiş gelen halkı ileri geçirmeyorlardı. Çok vakit geçmedi; padişah, vükelâ, süferâ gelüp yerleştikten sonra resmî keçit başladı. Birinci ordu bütün ağırları ile süvâri, topçu gibi her sınıf efrâd padişahı selamlayarak geçti. Bu surette merâsim de son buldu.
Avdet etmek zamanı gelmiş olduğundan padişah arabasına binmiş, yavaş yavaş ilerilemeye başladığı sırada padişahı görmek isteyen halk kütlesinin önünü bir süvari müfresi almaya başlamıştı. Sultan Mehmet Reşat bunu görmüştü; elile askerin kumandanına, halka ilişmemesini işaret etti. Asker çekildi, şimdi halk arabayı ihâtâ etmiş; kimi hayvanları, kimi tekerlekleri öpüyordu. Ben bu kadar padişah sever millet bilmeyorum… Bu adam kim? Bir hükümdar.. Artık hayvanını, tekerlekleri öpmenin manasızlığı meydanda…
(ÜÇÜNCÜ DEFTER)
(İzmir’in İşgali Üzerine Feyzi Bey’in Edremit’te yapılan Mitingteki Konuşması)
“Devletler Suver muahedesini daha doğrusu Türklüğün idamı kararını vermişler, İngiltere devletinin verdiği notayı müteakip 1919 mayısı içinde Yunanlılar İzmir’i işgâl etmişler, halkın muhalefeti üzerine vahşiyane pekçok kan döktükleri yıldırım sür’ati ile işidildi. Bu hâdise-i vahşiyâna biz Türklerde pek haklı umûmî galeyâna sebep oldu. En evvel miting Edremit’te yapıldı. Halk yukarı çarşıdaki meydanda toplanmış, benim irâd-ı nutuk etmekliğim tensip edilmişti. Benim irâd-ı nutuk edeceğime dair malumâtım olmadığından hiçbir hazırlığım da yok idi. Meydan önüne geldiğim zaman o koca meydan hıncahınç halk ile dolmuştu. Bana kürsi-i hitâbet olmak üzere mektebin parmaklıklı duvarını gösterdiler. Duvar üstüne çıktım, söze girişmek üzere bir mebâdi (başlangıç) buldum.
Ani olarak nutkuma şöyle bir mukaddime ile başladım: “Avrupa düveli mü’telifesi milliyet esasına istinad eden yani her milletin kendi kendini idare etmesi gâyesine müste veylesun, prensiplerine göre akd-i mütâreke ettikten sonra Türk milletinin mevcudiyetini, varlığını nazar-ı itibara almeyerek vahşî Yunanlıları İzmir’e çıkardılar. Bu vahşilere zalima Türk kanı döktürdüler ve döktürmektedirler. Bu gün birçok kardeşlerimiz kan ağlamaktadırlar.Medeniyetten, insaniyetten dem vuran Avrupanın kâviyyü şekîme devletler bu kadar vahşiyane insan kanı dökülürken kaydsızca seyrine bakışları madem insâni davalarında ne dereceye kadar doğru olduklarına en açık bir delildir.
Her milletin milliyeti, varlığı, hukuku tanınırken Türk milletinin hukuku değil mevcûdiyyeti, varlığı bile mevzubahs olmadığı gibi hayvan boğazlar gibi boğazlanırken kaydsızca seyreden bu medeniyyet müddaileri bilselerdi utanırlardı. İşte Avrupa medeniyetinin mâhiyyeti, işte Avrupa insâniyyetinin içyüzü, kanlı vahşi medeniyyet. Lanet olsun böyle medeniyyet, kahrolsun böyle insaniyyet!
Arkadaşlar! Böyle hisden, duygudan, merhametten mahrum düşmanlardan merhamet dilenmek, faydasız olmakla kalmayüp bir de sefilâne tenezzülümüze küçülmemize sebep olur. Bizi kurtaracak kendi gayratımız, kendi kuvvetimizdir vesselam…
Benden sonra D. Cemaleddin Bey de aynı zeminde bir nutuk irad ettikten sonra mitinge nihayet verildi. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgâli hadisesi, dâhil ahalisini bilemezsem de sevâhil ahalisini galeyana getirmiş ve Osmanlı İmperaturluğuna itimadı selb ederek hükûmette nüfuz kalmamış, anarşi başlamıştı…”
(DÖRDÜNCÜ DEFTER)
Son
“Gelelim sadede… Umûmî büyük zafer, bütün Türkleri düşman istilâsından kurtarması her ferdini sevindirirken yalnız büyük sanılan bir adamı memnun etmemişti. O da Hânedân-ı Osmânî’nin son ve bedbaht hükümdârı Sultan Vahdettin idi.
Bu sefil; bütün milleti İngilizlere teslim ve kendini Hindistan raçaları haline düşürmeğe razı olmuş , buna karşı isyan eden milletin üzerine Yunan ordularını sevka razı olmakla kalmayub, hakk-ı meşrû’unu arayan milletine “âsî” nâmı vermiş ve millet üzerindeki dînî te’sirden istifâde maksadile “âsî fetvaları” yaptırmış, Yunan ordusuna varıncaya kadar “Hilâfet ordusu” nâmı verilmiş, bir taraftan bu sefil düşmanla çarpışan Türk milleti diğer taraftan birbirini kırıyor birçok kardeş kanı akıtılmış idi.
Tabiî bu cinayetlerin hesabı kendisinden sorulacaktı. İptidâ zaferi benimsemek istedi. Bâb-ı Âlî işe burnunu sokmak istedi…Ankara’dan gelen yüksek sadâ, onda bir ümid bırakmadı. Âkibetin vehâmetini anladı bir İngiliz zırhlısına binerek Avrupa’ya firar etti ve menkûben vefât etti gitti.”
…
Galeyan
“İstiklal büyük zaferini müteakip halkta öyle bir galeyan vardı ki…Haklı haksız garip icraatta bulunuyor idi. Bu cümleden olmak üzere: Ayvacık’ta Alın Diş Hoca isminde birisi vardı. Bu adam Yunanlılara yararlık göstererek emniyetlerini kazanmış bu sayede birçok kimselere fenalıklar yapmış, bu cümleden olmak üzere Ayvacık belediyye reisini Yunanlılara Edremit’te ikamete me’mur ettirmiş idi. Bu adamı birkaç defa Edremit’te görmüş idim. Süslü bir sarık ve geyinimle çarşılarda dolaşırdı. Benim bilmediğim kim bilir daha ne kadar fenalıklar yapmış olmalı ki herifi mahallinde yakalamışlar bir eşeğe ters bindirüp kuyruğunu eline verdikleri gibi yüzüne tatlı sürüp başına bir kasket de geçirerek köy köy boğazına astıkları çanı langırdada langırdada dolaştırub Edremid’e getirmişlerdi.Aşağı çarşıdaki hamamın önündeki meydanlıkta durdurmuşlar, elleri bağlı olduğu için yüzüne üşüşen sinekleri kovaleyemeyecek şekil aldığı vaz’iyetle dururken duaya başladılar. “Allah hainleri, alçakları, kahreyleye, şöyle eyleye, böyle eyleye…” dendikçe merkeb üzerinde o da “Âmin.” deyor yahut dedirdiliyordu.Zannedersem bu adam böyle teşhir ve terzil edildikten sonra teşhir edenler tarafından öldürülmüştür.
Bu adam belki müstehakk-ı idâm idi fakat bir mahkemede mahkeme edilerek idâm edilmeli idi lakin böyle galeyânlı bir sırada kimseye söz, meram anlatmak mümkün olameyor.
Böyle bir hadise Edremit’te bir deveci için de yapılmağa teşeppüs edilmişse de çaresi bulunup işin önü alınabilmiştir.”
…
Rum Kızı
“Köşede bucakta bulunan Rum bakıyyeleri (kalanları) imha ediliyordu. Gerçi bazı Rumlar ihtidâ etmeye, Müslüman olmağa kalkışmışsa da tehcir zamanında ihtidâ edenlerin pek çoğu Türklerin mağlubiyyetini görünce irtidâd ederek (İslamiyet’ten çıkarak) aslına rücu ettikleri (döndükleri) görülmüş, hele kadınların pek çoğunda bu hal vâkı olduğundan bu defaki ihtidâ taleplerine emniyet edilmeyor ve kendilerine “Müslümanlık defteri kapandı.” cevabı veriliyordu.
Tahta köyde bir Rum kızı ihtidâ etmiş (Müslüman olmuş). Heyet-i ihtiyariyye yapmış olduğu bir mazbatada bu kızın Yunan istilâsı zamanında Müslüman olduğu yazılıyordu. Kaymakam İsmail Hakkı Bey bu ilmühaberi kâfi görmemişti. Ben haricen kendilerinden tafsilat aldığım için kaymakama bu işin suret-i resmiyyede tahkikını bana havale etmesini söyledim. O da bunu muvafık görüp işi bana havale etmişti. Ben mazbata şeklinde yazılan ilmühaberi alub çarşıya çıktım. İhtidâ ettiği bildirilen bu Rum kızı ne zaman Müslüman olmuş ve Müslümanlığını olduğu günden beri muhafaza etmiş midir ve Müslümanlığın Hıristiyanlığa racih (üstün) olduğunu ne suretle anlamış, Yunan işgali zamanında namaz, oruç gibi vazifeleri var mı idi , yapar idi ise ne suretle yapardı ve bunları görenler, bilenler kimlerdir, Tahta köyden başka yerde bilen var mıdır? Bilenlerin ifadesi zabıt ve tesbit edilerek kendilerine imza ettirmeli bu imzalarla şehâdet edenlerin itimad edilir kimseler olduğu hey’et –i ihtiyariyyece tasdik edilerek gönderilmeli idi.
Tahta köy heyet-i ihtiyâriyyesine bir nut yazdım ve köyün okur yazar en münevver genci olan Ali Mollazade Akif Efendi’ye şifâhî tafsilatla verdim. Hulâsâsı şöyle idi ki tehcir zamanı Midilli adasına gitmiş, Said Efendi isminde bir hocanın evine hizmetli verilmiş ve hocanın kızlarından Müslümanlık hakkında malumat edinmiştir. Kendi ailesi, kızın namaz ve orucunu hizmet ettiği evlerde tuttuğu halini anlayınca men etmek için çokça döğerler, vaz geçiremezler de “Var işle bildiğini.” demeğe mecbur olmuşlar.Rumlar dahi kendisine “Türk piçi” adını vermişler. Evrakı hazırlamaya kalmadı Tahta köyden gelen haberde jandarmanın kızı alıp geldiği haberi geldi. Kaymakam jandarma kumandanını çağırdı , o da “Evet aşağıda mahbustur.” dedi.. Kaymakam emriyle kız eşraftan Karagözoğlu Ali Efendi’nin evine gönderildi. Hemen araştırmalarımın neticesi olaylara mensuben fezlekeyi yazdım, tahkikat evrakı ile birlikte kaymakama teslim ettim. Kız hürriyetine kavuştu. Evlenmek isteyen gence nikah edileceği söylendi. Kız evime gönderilmişti. Kızı yanıma oturttum:
-Kızım şimdi kurtuldunuz, sizi tebrik ederim, seni tanıdığın genç isteyor da bilesin ki artık hürsün, evlenmeğe mecbur değilsin.
Hakikat şu idi ki çeteler Rum kadınlarını ıtlaf ederken bu genç yetişmiş canını o katilden kurtarmış imiş. Kız kendini kurtaran gence vefa duygusu güderek kendi arzusu ile nikah edildi, oğlanın anasının adı Ayşe imiş, kendi de Ayşe adını almak diledi.
…
Papazköy’de (Altınoluk’ta) Belediye Teşkil Edilmesi
Kaymakamdam bir mektup aldım. Papazlıkta (Altınoluk) belediyye teşkil edilmesi emrediliyordu. Köylere bunu müjdelemişsem de beylerin pek hoşuna gitmediğini anladım. Belediyenin köye vereceği şereften ve te’min edeceği faydalardan bahsettim fakat böyle şeylerde halktan bir söz işidilmeyor daima beylerin söyleyeceği söze bakıyorlar. Onların olmaz dedikleri şeye halk olur deyemeyor. Bu bâbda beyleri iknâa çalışsam da muvaffak olamadım. Mehmed Bey’in bir yan bakışı o işi durdurmağa kâfi idi. Sarf-ı nazar etmek mecburiyetinde kaldım.
Akşam gine Nihad Bey’in yazıhanesinde toplandık. Hilâl-i Ahmer ve Müdâfa-i Hukuk Hey’etlerini teşkil etmişsem de butça(bütçe) işi sekteye uğradı. Perdenin arkasında Mehmet Bey görünüyordu. Papazköy varidatı onun elinde bulunuyordu. Budca yapmak için ondan hesap almak lazımdı. Ben vazifem îcabı butça tanziminde ısrar ettim.Nihayet Nihad Bey araya girdi, birkaç güne kadar her halde butcayı yaptırıp merkezî kazaya göndermeği teahhüd etti. Ben de tazyikten sarf-ı nazar ettim. O akşam gine Nihad Bey’in evinde yattık. Kâtibim Mustafa Efendi “ Vallah beyefendi sayenizde pek gözel rahat ettim, eğer siz olmamış olsa idiniz bu beyler bize selam vermeğe bile tenezzül etmezlerdi.” dedi.
Ertesi sabah beylerin pek oğramadığı kahveye gittim. Maksadım yalnızken halk ile temasta bulunmak idi. Hükûmetin halka böyük şefkat ve adalet, şühûdet göstermek istediğini, bundan sonra hâkim halk olup rüesâsını (başkanlarını) kendi seçüp tayin edeceğinden , her ferdin seçim vazifesini eyi bilmesini îzah ettikten sonra şimdi köyleri için bir dilekleri olup olmadığını sordum.
Köylerinde üç tane fahişe kadın olduğunu ve bu kadınların köyden sürülmesini istediler. Ben “ Pekâlâ bu mümkündür. Şimdi jandarmaya emir veririm, üçünü de alır merkez kazaya götürür.” dedikten sonra kağıt kalem çıkarup, “Şimdi söyleyiniz bu üç kadınla münasebette bulunan erkekler kimlerdir, isimlerini söyleyiniz yazayım, bu üç kadınla onları da sürelim.”
Birbirlerinin yüzüne bakmağa başladılar, bir şey söyleyemeyorlardı. Ben:
-Söyleseniz ya niçin sükût ediyorsunuz, dediysem de sükût devam ediyordu. Nasıl, zanpara bire on olmak üzere otuz kadar var mı yoksa daha ziyade mi, dedim.
Gülümsemeye başladılar.Ben ciddiyeti muhafaza ederek:
-Gerek şeri’at gerek kanun nazarında bu kötü fiil bir cürümdür. Aynı cürüm için biri ceza görürken diğeri müstesna tutulması muvaffak-ı adalet olamaz. Siz bu kötü fiilden dolayı yalınız kadınları mütehakkı görüyorsunuz hâlbuki bu şeri’at ve kanun nazarında her ikisi de aynı derecede mücrimdirler.
Şimdi size biraz daha tafsîlât vermek lazım geldi. Köyünüzde yalınız üç kadının fâhişe olduğunu söylediniz. Erkeklerden otuzdan ziyade var mı dediğim zaman sükût ettiniz. Kim bilir erkeklerde daha ziyade zanpara vardır. Koskoca köyümüzde üç fâhişe kadına karşı elliden ziyade zanpara erkek bulunması gösteriyor ki kadınlarınız erkeklerden pek çok namusludur. Şu tahkikim kadınlarının ne kadar namuslu, erkeklerin ne kadar namussuz olduğunu göstermeye kifâyet eder. Hali hazır hükûmeti âdil bir hükûmettir. Kim olursa olsun cezayı müsâvî surette tatbik eder. Zengin fakir, kadın erkek bilâ istisnâ nazarında müsâvîdir (eşittir). Sizin dilediğiniz ben bu üç kadını sürüp de erkek fâhişecileri bırakırsam kendilerini cezadan müstesnâ gördüklerinden cür’et alarak yarın sizin namuslı kadınlarınıza da tecâvuz etmeye başlarlar. Mademki namussuz erkeklerin sürülmesini istemeyorsunuz, namuslu kadınların selameti için bu üç kadın da kalsın. Bu nutkumu dinleyen halk fâhişe kadınların sürülmesinden vaz geçtiler…”
…
Mustafa Kemal Atatürk’ün Edremit’e gelişi
“Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’de Uşşakzâde Muammer Bey’in kızı Latîfe Hanım’la on bir dirhem gümüş mihri müeccel ile nikah aktedüp evlendiklerini ajanslar ilan etmişler idi. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın refikası Latîfe Hanım’la birlikte Balıkesir’e geldiği ve Edremid’i ziyaret edeceği de haber alınmış olduğundan şehirde birtakım hazırlıklar başlamış idi. 1923 senesi şubatının altıncı günü ikindi vakti Edremid’e geldiler. Soğuk tulumbada istiklal idildi (karşılandı).
Gazi soğuk tulumbaya mâîyyeti devletleri ile gelince, halkı kendini istikbal için geldiğini görünce otumubilinden haremîle birlikte inüp yürüyerek ve halkı selamlayüp hatır sorarak doğruca hükûmet konağı ittihaz edilen Yorgi Malidi’nin hânesine dahil oldu.
Biz Türk Ocağı Heyeti İdaresi , Edremid halkı nâmına hoş geldin demeğe Ocak tarafından memuren hükûmet konağına gittik. Dâire salununa çıktığımız zaman Kaymakam beyin oda kapılarının her iki kanadı da açık, orta yere masa çekilmiş, üstünde memleketin haritası Gâzi ve erkân-ı harpler etrafını almış, tetkîkatta bulunuyorlar, ayakta bulunuyorlar, ayakta duran Latîfe Hanım haritaya bakup muttasıl ceryan eden muhâverâtı not ediyordu. Maksadımız kaymakam Bey’e anlatıldı. Kaymakam getirdiği cevapta hey’etimizi akşam âsûde bir vakitte kabul edeceği haberini getirdi.
Gâziye mihmandarlık vazifesi , Türk Ocağı tarafından Sadık Bey’e havâle edilmişti. Sadık Bey Gâzi’nin otumubilinin yanına asılarak o gece belediyye tarafından Gâzi şerefine hazırlanan ziyafet mahalli olan Doktur Cemaleddin Bey’in hânesine götürüldü.
Türk Ocağı Hey’eti müteşeppisesi tarafından bir fener alayı tertip edildi. Ocaklılar Edremid’de bulunan erkek, kız mektepleri, talebe fenerlerle dolaşırken toplanan halk ile böyük bir cemm-i ğâfîr Gâzi’nin bulunduğu Doktur Cemaleddin Bey’in hanesi önüne gelindi.
Gâzi de odanın penceresinden alayı seyrediyordu. Bu sırada mektep muallimlerinden Şah Mehmet Bey pencereden alayı seyreden Gâzi’yi gördü ve hemen onu muhatap tutarak: Ey muhterem Gâzi, bu halk buraya senin şerefine toplanmıştır. Sen yalınız burada olan cema’ât yanında değil bütün Türk milleti nazarında pek böyüksün sen nevâdiri hılkaten en böyük dâhilerdensin. Sen Kartıcıların Anibal’i ve böyük İskender’den Napuliyun Bunapart’dan da böyüksün sana muâdil Fatihler, Selimler olabilir.
Paşa ben seni Çanakkale kahramanlığından beri tanırım. Sen bu millete hizmet için yaradılmış bir nadire-i hilkatsin. Sen hiçbir yerde vazifeni yapmaktan bıkmadın, usanmadın, ye’se düşmedin.Encâmı muvaffak oldun. Bizleri, Türk miletini mes’ûd ’ettin, yaşa ey böyük Gâzi!
Şah Mehmed Bey’in hulasa edilen nutku hitâm bulunca Gâzi pencereden başını çıkarup cevap vermeğe başladı:
“ Muallim Bey! Gösterdiğiniz âsâr-ı teveccühe çok teşekkür ederim. Gözel bir tarih enmüzeci (örneği) yaptınız.Afv ü âlînize mağrûren bazı nuktalarına ilişeceğim. Ben ne Kartacaların Anibal’i ne böyük İskender ne Napuliyun Bunapart gibiyim. Mâlumdur ki bunların açtıkları muharebelerdeki gâyeleri halka refah, saadet, istiklal te’min etmek olmeyüb sırf kendilerine temin-i saltanat etmekti. Hatta Fatih, Selim olmağı da kabul edemem çünkü onlar da halka hakimliğini vermek fikri asla yok. Sırf kendilerine saltanat mülâhazası vardı. Benim böyle düşünceler hayalime bile oğramamış yalınız millet hakimliğini kendi eline alması için çalışılmıştır.
Siz muallimsiniz, halka benliğini, hakimliğini tanıtmanız lazım. Çocuklarımızı o zihniyette yetiştirmeniz elzemdir ki bundan sonra bir zâlim, bir müstebit başlarına belâ olmağa imkan bulamasın. İşte vazifeniz halkı bu yolda tenvir etmektir.
Hem düşününüz ben ne yaptım, milletimizin her ferdinin gönlünde vatanımızın kurtulması her fedakarlığa katlanmak arzusu vardı. Bu milletin efradından birisi olan benim de gönlümde bu düşünce vardı. Hasılı umum millette bu nuktada fikir, düşünce birliği vardı. Gönlümde olan bu düşünceyi ben izhar edince düşünce birliği sizi benim etrafıma topladı. Hepimiz bir vücûd gibi çalışup vazifemizi yaptık., işte bu birlik çalışmanın semeresi olarak bu zaferi elde ettik. Hulâsâ bu zaferi ben değil siz kazandınız, siz çalıştınız, siz vazîfenizi eyi yaptınız. Bütün efrâd-ı millet vazîfesini cansiperane yaptı. Bu meyanda ben de bana düşen vazifeyi yaptım tek başıma ben ne yapabilirdim? İşte hakikat bundan ibârettir. Zaferi kazanan ben değil sizsiniz. Bütün milletin gönül birliği ile vatan vazifesini her ferdi kendine düşen vazifeyi benimseyerek kemâl-i itina ile çalışması ile kazandı.
Herkes bu hakîkatı eyi anlamalı, ele geçirdiği bu hakkını gayıp etmemek için her ferd vazife-i vataniyyesini anlamalı , bilmelidir. Bunda da halka rehber olacak sizler münevverlersiniz.”